İslâm’ı, İslâm’ın emir ve yasaklarıyla, ahlâkı, hoş görüsü, olgunluğu, vakarı ve şuuruyla değil; bizim size telkin ettiğimiz gibi öğrenecek, inanacak ve yaşayacaksınız. Hepten İslâm bağından koparsanız daha da iyi olur ama şimdilik bu kadar yeter, diyen anlayışın meydanda fırtınalar estirdiği, bir çok imkanları ele geçirdiği, ele geçirdiği imkan ve kullanılmaya uygun kişilerle saldırıya geçtiği şu günlerde Rabb’ımızın şu buyruğuna dikkat ediniz:

“Rabb’leri onların dualarını kabul etti. Ben erkek olsun- kadın olsun, içinizden güzel amel işleyenlerin amellerini zâyi etmem. Siz, birbirinizdensiniz..” (Âl-i İmrân Suresi; 3/ 195)

Rabb’imiz, el açıp duâ eden her samimi kişinin, güzel ameller işleyen her hayırlı kulun duâ ve amellerini kabul edeceğini, zâyi etmeyeceğini duyuruyor. El açıp duâ edenleri kadın-erkek diye de ayırmıyor.

Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.);

“Allah, sizin şekillerinize, ne kadar malınızın olduğuna bakmaz. Sizi bunlara bakarak değerlendirmez. O sizin kalblerinize ve amellerinize bakar,”[1] buyurmaktadır.

Yine Rabbimiz,

“Kim zerre miktarı bir hayır işlerse onun karşılığını görecektir. Kim de zerre miktarı bir şer, kötülük isterse onun karşılığını görecektir.” (Zilzâl Suresi;100/ 7-8)

Kul, cinsiyeti ne olursa olsun yaratıcının önünde budur. Onun samimiyeti, güzel amelleri, onun takvası, hakka yönelişi ve teslimiyeti, hak yoldaki gayreti… değer ifâde eder.

Asla duyulamaz ki erkeğin namazı, orucu, haccı,.. kadından veya kadının ki erkekten daha hayırlıdır. Yine duyamazsınız ki birinin işlediği bir amel, diğerinden daha çok sevabla karşılık bulur.

Ancak, Mevlânın şükredilmesi gereken bir nimet olarak bu iki cins, birbirini tamamlamak ve beşeriyetin devamını sağlamak için yaratılmıştır. Her ikisi de yaratıcıya kullukla görevlidir.

“Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız, kaynaşmanız, belirgin niteliklerle bilin-meniz için sizleri kavimlere, kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerli olanınız, en takvâlı olanınızdır. Elbette ki Allah her şeyi bütün yönleri ve incelikleriyle bilir ve her şeyden haberdardır. (Hucurât Suresi; 49/13)

Herkes aynı cins, aynı karakter, aynı zekâ, aynı kabiliyette... olsaydı dünyâ nereye varırdı? Her insan aynı işi yapmaya kalksaydı; hayat ne hal alırdı? Kim uçak dururken at arabası sürmeye kalkardı? Kim doktor, kim tamirci, kim çiftci, kim elektronikci, kim şoför, kim öğretmen olurdu? Kim içerde, kim dışarda çalışırdı?

Sadece insanlar değil, kâinattaki varlıklar da için de durum böyle değil midir?

Bir ormandaki bitkiler, aynı cins ve aynı boyda, aynı yapıda olsaydı; gülün, menekşenin, çiğdemin, sümbülün güzelliğine nasıl hayran olacaktık? Karanfilin büklümlerini, o renk dalgalarını, ful çiçeğinin o tatlı yumukluğunu ve açılışını nasıl görecektik?

Hayattaki bu misalleri saatlerce sıralamak mümkün.  Ancak, yeniden insana dönmek zorundayız.

Bütün insanlar, aynı huy ve karakterde olsalardı, biz cihad meydanındaki yiğidi, hüküm veren hâkimi, ince ruhlu şâiri, ilim-irfan yüklü âlimi, şefkatli anneyi, sabırla öğrenci yetiştirmeye çalışan öğretmeni… buğdayla uğraşan çiftçiyi  nereden bulurduk?

Bunun içindir ki, insanların kimi sert, kimi duygusal, kimi şen şakrak, kimi becerikli, kimi şâir, kimi edip, kimi sanatkâr, kimi sabırlı, kimi dayanıklı, kimi hassas, kimi çok hareketli, kimi çok düşünceli, kimi çok cömert, kimi tutumlu, kimi zengin, kimi fakir, kimi çiçeklerle uğraşmayı seven, kimi de makinalarla uğraşmaktan hoşlanan, kimi de bulduğu ile yetinen kişilerdir. Hayat böyle bir bütündür...

Nasrettin Hoca’ya insanların niçin hep değişik yönlere doğru gittikleri sorulduğu, onun da; “Hepsi aynı yöne gitselerdi, dünyanın dengesi bozulurdu,” dediği tebessümle anlatılır.

Hayat farklılklarla güzel.

İnsan nesli de, sadece kadın ve erkekle çoğaldığı için değil, insanların birçok hasletlerinin farklı farklı olmasının yanında, kadın cinsi ile erkek cinsi arasında ciddi farklılıklarla da güzeldir.

 

İnsanların parmaklarındaki kıvrımların birbirinden farklı olduğu, hiçbir parmak izinin diğer kişinin parmak iziyle uyuşmadığı artık bilinen bir gerçektir. Üstelik ibret alınması gereken bir özelliktir.

İnsanların sîmalarına bakınız. Uzaktan birbirlerine ne kadar benzerlerse benzesinler, hepsi birbirinden farklıdır. Bir yüzde iki göz, iki kulak, iki kaş, iki yanak, bir burun, bir ağız, bir çene var. Milyarlarca insanda bu aynı şeyler var ama öyle yer alıyorlar, öyle bir yaratılışa sahiptirler ki birbirlerinden ne kadar da farklıdırlar?

Zannediyorum parmak izlerinin farklılığı, sîmaların birbirinden ayrılışı gibi, insanlardaki huylar, karakterler, duygular, incelikler, fikirler,/kabiliyetler de o derece farklı ve çeşnili, o kadar da hayret çekicidir.

Her insanda bulunan duygu, fikir, bilgi ve kabiliyetlere... ve onların yumak oluşuna ve inceliklerine dikkat edilirse, her ferdin ne kadar birbirinden farklı olduğu daha da açıklık kazanır.

Eğer insanın yaratılışında bütün bu farklılıklar varsa, o zaman “eşitlik” denince veya daha çok kullanılan deyimle “kadın-erkek eşitliği” gündeme getirilince ne ifâde edilmek isteniyor?

Eğer Allah’ın (c.c.)  huzurundaki eşitlik kastediliyorsa, şüphe yok ki erkek-kadın herkes eşit. O’na kullukta herkes eşit. Amelinin mükafatında herkes eşit. Rasûlüne ümmet olmada herkes eşit. İnsan olma vasfında herkes eşit. Adaletin önünde herkes eşit.

Güç ve kuvvet kasdediliyorsa, ortalama olarak erkekler daha güçlü... Yaratılışı dış şartlara daha uygun.

Şefkat duygusunda ise kadın daha güçlü. Boynu bükük, gözünden yaş süzülen bir çocuğu onun bağrına basışı babadan daha farklı. Ağlayışına, hastalığına sabrı çok daha büyük ve daha fedâkarcadır.

Bir anne uyurken kapı zilini duymayabilir, telefon sesini işitemeyebilir ama çocuğunun ağlayışı, babadan önce onu uyarır. Babadan önce o davranır, o harekete geçer.

Buharî’de nakledilen bir hadiste Âişe validemiz (rh.aleyh.) anlatıyor.[2]

“Yanında iki kızı olan bir kadın evime girdi, yiyecek istedi. Evde ona verecek bir hurma tanesinden başka bir şey bulamadım. Kadına onu verdim. Hurmayı ikiye bölerek kızlarına verdi. Kendisi bir şey yemedi. Rasûlullah (s.a.v.) gelince yaşadığım bu olayı ona anlattım. “Kim böyle kız çocuklarını besler büyütür, terbiye eder, yetiştirirse, o çocuklar, Cehennem ateşi ile  onları yetiştiren kimse arasında perde olur.”

Âişe Vâlidemiz, bu annenin yaptığından son derece duygulanmış, onu unutamamıştı.

Duygusallık ve hassasiyette kadının daha güçlü olduğu açık. Renk algılamada, ince zevkte, çabuk hatırlama, az unutma v.b. konularda... da kadının daha güçlü olduğunu zannediyorum.

Ama irade gücüne, muhâkemeye gelince; erkeğin daha güçlü olduğuna inanıyorum. Onun için de bir âilenin reisi baba olmalıdır. Misâl olarak söylüyorum: Bir evin geliri ile giderini, mümkün mertebe heves ve duygusallığa kapılmadan baba daha iyi dengeler. Anne, ağlayıp şeker isteyen küçük çocuğuna, birinde değişik bir eteklik görüp onu isteyen kızının göz yaşına... babaya göre daha dayanıksızdır. Karşılaştığı olayları değerlendirirken genellikle hislerinden kurtulamaz.

Bunun istisnası yok demek değildir. Elbette kocasından irâdeli kadınlar da vardır. Ancak genelleştirince gerçek budur. Çocuğunun eli kesilince o daha çabuk paniğe kapılır. Söylenilen sözlere, o daha çabuk alınır.

Baba, eve ihtiyacı almaya çalışır. Annenin gönlü, heves edilen şeyi almaya meyillidir. Zaman zaman onun dediğinin yapılması, istediğinin alınması, âile hayatına çeşni, neşe, tad katar. Ancak devamlı böyle yapılırsa, çok geçmeden geçim sıkıntısı, arkasından da huzursuzluklar başlar.

Dış hayatın boğuşmalarına erkeğin yapısı daha uygundur. Yuvaya ise anne...  Bu bir eksiklik değil; bu bir farklılıktır. Uyum da bütün bu farklılklarla güzelik kazanır.

Kadın, ayın belirli günlerinde rahatsız ve her zamankinden daha hassas ve gergindir.

Ona annelik görevi verilmiştir. Dolayısıyla belli bir süre hamiledir ve hamileliğin merhalelerini yaşar. Sonra yavrusunu bağrına basar; onu emzirir, bakar, besler, korur, gözetir. Ona gönlünü açar, sevgisini verir… Bütün bunlar erkeğin yapamayacağı şeylerdir.

Bunların hepsi, insaflıca düşünülüp incelendiğinde, kadın ve erkeğin yaratılışına bakıldığında söylenebilecek en insaflı sözlerden biri, her iki cinsi yaratılışına göre değerlendirmek, birbirlerini bütünleyici olduklarını anlayarak hareket etmektir.

“İnsan Denen Mechul” kitabıyla Nobel Tıp Ödülü alan Alexis Carrel bu kitabında şöyle der[3]:

“Erkekle kadın arasındaki farklar… organlarının farklı şekillerinden, rahimin mevcudiyetinden, adet görmekten veya terbiye tarzındn ileri gelmez. Bunlar çok derin bir sebepten ileri gelirler ki, bu da cinsî guddelerin imal ettiği kimyevî maddelerin bütün organizmaya dolması, organizmanın bununla dolu dolu olmasıdır.

İşte bu esasları bilmemek, feminizm öncülerini, her iki cinsin aynı terbiye, aynı işler aynı yetki ve sorumlulukları alabilecekleri inancına sevketmiştir. Gerçekte kadın, erkekten önemli derecede farklıdır. Kadının vücudundaki hücrelerin her biri kendi cinsinin izlerini taşır. Organik ve bilhassa sinir sistemleri için de durum aynıdır.  Fizyolojik konular da yıldızlar âleminin kanunları kadar sert ve merhametsizdir. Onların yerine insanî arzuları koymak imkânsızdır. Onları oldukları gibi kabul etmek zorundayız. Kadınlar kabiliyetlerini kendi tabiatları (yaratılışları) istikametinde geliştirmeli, erkekleri taklit etmeye kalkmamalıdırlar.

Medeniyetin ilerlemesinde kadınların rolü, erkeklerinkinden daha yüksektir. Bu rolü terk etmemeleri gerekir.”

Müellif, daha sonra teknik bilgiler vermeye başlıyor ve sözlerini şöyle tamamlıyor:

“Genç kızlara, erkeklere verilen fikri formasyonun, hayat tarzının ve idealin aynı verilmemelidir. Terbiyeciler, erkek ve dişilerin organik ve dimağî farklarını, bunların (yaratılıştaki) rolünü dikkate almalıdırlar. İki cins arasında değişmez ayrılıklar vardır. Medenî dünyanın kuruluşunda bunu hesaba katmak şarttır.”

Birçok fikirlerini, temel bilgilerini Fransadan almakla övünen zihniyet, bir fransız bilim adamı olan Alexis Carrel’in bu sözlerini tutmuşa ve tutacağa benzemiyor.

Sanki tam tersi yapılıyor, kadınlar erkekleştirilmeye, erkekler kadınsı yapılmaya çalışılıyor… Birbirini bütünleyici özellikler, karşılıklı bağlar koparılmaya uğraşılıyor.

Yerinden koparılmış kayalar daha kolay yuvarlanır. Bağlarından, değerlerinden koparılan insanlar daha kolay yönlendirilir, istenilen noktaya daha kolay getirilir.

İnsanların ferdileştirilmeye çalışıldığı, aile bütünlüğünün sarsıldığı, karı-kocanın birbirlerine saygı ve sevgilerinin basit bir menfeat ve zevk birlikteliğine doğru sürüklendiği bu ortamda Zikr-i Hakim’de yer alan şu âyet-i kerimeye dikkat ediniz:

“Kaynaşmanız, huzur duymanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet geliştirmesi onun varlığı ve yüceliğinin delillerindendir. Doğrusu bunda düşünen, tefekkür eden bir topluluk için gerçekten ibret vardır.”  (Rum, 30/ 21)

 

“Kadın ve erkek birbirini bütünleyicidir” cümlesinin daha derin düşünülmelidir. Âyet-i kerime’de buyurulduğu gibi yaratıcımızın bir lutfu, bir nişanesi olarak derin bir tefekkür anlayışıyla düşünülmelidir.

Daha dün birbirine yabancı olan -belki birkaç yıl veya ay öncesine kadar birbirini hiç tanımayan- bir kadın ve erkek, yeni bir yuva kurarak birbirlerine en yakın iki insan haline gelebiliyorlar. Hayat basamaklarının geri kalanlarını berâber çıkmaya başlıyorlar. Acıda tatlıda, varlık ve yoklukta berâber olmaya azmediyorlar.  Sırlarını birbirlerine açıyor, dertleşiyor, dayanışıyorlar; ileriye yönelik hayaller kuruyorlar. Birbirlerinde huzur buluyorlar.  Aralarında sevgi ve rahmet oluşuyor, bir âile oluşturuyorlar. Onların sayesinde âileler kenetleniyor, tanışıp, kaynaşıyorlar. Önlerinde yeni bir dünya, yeni ufuklar açılıyor. Yeni dost halkaları meydana geliyor.

Hem kadın hem de erkek, kendi yakınları, kardeşleri, anne ve babası yanında davranamayacağı kadar rahat davranabiliyor, onlara karşı bile açılamayan perdeler açılıyor.

Uhud Gazvesinden sonra Mus’ab’ın hanımı Hamne, çok sevdiği dayısı Hamza ve kardeşi Abdullah İbn Cahş’ın şehid olduğunu duymuş, rahmet dilemiş;

“Biz, Allah’tan geldik, O’na döneceğiz,” diyerek sabretmiş, metânet göstermiş, Mus’ab’ın şehid olduğunu duyunca dayanamamış feryâd etmişti. Onun durumunu gören Allah Rasûlü:

“Bir kadının kocasının onun kalbinde ayrı bir yeri vardır,” buyurmuştur.[4]

Evet, anne-baba-kardeş-akraba... bağlarının kıymeti oldukça büyüktür ve üzerinde meşru ölçüler içinde titizlik gösterilmesi gereken bağlardır.  Ancak evlilik ve yuva bağı, diğerlerinden başka, değişik bir bağdır.

Diğer bir ifâde ile; bir erkeğe en yakın varlık kadın, bir kadına en yakın varlık da erkektir.

Her birine tek tek yaşama imkanı verilmiştir ama gerçek saadet, bütünlüktedir. Yaratılış böyledir ve böyle olması gerekir.

Bir yuvanın kurulması, korunması, kollanması, sağlam temellere oturtulması, kir ve çirkeflerden uzak tutulması, güçlendirilmesi gerekir.

Kadınların kocalarına karşı görev ve sorumlulukları, bir âilenin saadeti için yapması gerekenler; kocaların da kadınlara karşı görev ve sorumlulukları, âilesi için neler yapmasının gerektiği şuurlu bir şekilde kendisine öğretilmeli, her ikisi de bu terbiye ve şuurla yetiştirmelidir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

Mü’minlerin imanca en olgun olanı, ahlakça en güzel olanıdır.

Sizin en hayırlınız, hanımlarına karşı en hayırlı olandır.” [5]

Âişe Vâlidemizden gelen başka bir rivâyette;

“Mü’minlerin imanı en olgun olanı, ahlâkı güzel olan ve âilesine hoş muâmelede bulunan, onlara karşı sevgi ve şefkatle davranandır.”[6] buyuruluyor.

Diğer bir hadis-i şerife kulak verelim:

“Sana kişinin saklayacağı en hayırlı hazineyi haber vereyim mi? Sâliha kadın. Ona baktığında gönlüne sürûr verir. Bir şey söylediğinde itaat eder, yerine getirir. Yanında olmadığın zaman, hem malını hem de iffetini korur.[7]

Hayırlı bir kadın böyle olmalıdır. Elbette ki erkek için de benzer şeyler geçerlidir.

Kadın ve erkeğin hayırlı nesil yetiştiren, çevresi ile güzel bağlar kuran, her hayırlı işte pay sahibi olmaya çalışan, yuvalarına kötülük sızdırmamak için çırpınan ve birbirini hayra teşvik ederek bütünleyen kişiler olması gerekir. Kısaca; sağlam bir milletin aile gibi sağlam temel taşları olması gerekir...

 

Böyle olması gerekirken, son yıllarda hem erkek hem de kadınlar, birbirinden kopuk, birbirini hasım gören, süslü, boyalı, ambalajlı kelimelerle derin bir boğuşma ve mutsuzluk kuyusuna doğru itilmektedirler.

Gayr-ı müslim toplulukların çoğunda meselâ; özlemi duyulan Avrupa ve Amerika’da artık âilevi çöküntüler belirgin hale gelmiş, yuvalar dağılmış, hayat mânâsız hale gelmeye başlamıştır.

Evet, kadın ve erkek ferdîleşmiş, onların deyimiyle bağımsızlığını kazanmıştır. Tek olarak yaşamanın yollarını bulmuş, eşini aramaz olmuştur. Sonucu bu olmuştur.

Komünist blokta ise âile yapısı, bilerek ve planlı olarak dağıtılmıştır. Ayakta kalanlar yaratılış içgüdüsü sayesinde ayakta kalmayı başarmıştır. O da ne yazık ki derin yara izleri taşımaktadır.

Kendi iç dünyasındaki çöküntüleri önleyemeyenler, hürriyet-özgürlük– eşitlik - bağımsızlık… gibi tatlı ama eni-boyu hesap edilmeyen kelimeler ve uygulamalarla âile bireyleri birbirinden kopmuş, âileler, farklı yapı ve fikirdeki koalisyon hükümetlerine dönmüş veya kurulan yuvalar, -yerinde bir ifâdeyle- kira sözleşmeli evlere dönmüştür.

Bir millet ve ümmet olarak çok ciddi virajlar dönüyor; çok ciddi kavşakların dönemeçlerinde yer alıyoruz.

Bu noktada çok iyi düşünmemiz, istikbâle yönelik çok iyi planlar yapmamız, ufku tekrar tekrar basiretle süzmemiz gerekiyor.

Sonradan pişmanlık içinde kıvransak bile tamir edemeyeceğimiz hataların eşiğindeyiz; hatta başladık ilerliyoruz.

İslâm âlemine yöneltilen saldırılar, basite alınacak saldırılar değildir.

Dev bir Osmanlı Devleti çökertilirken, elbetteki basit saldırılarla çökmemiştir. Askeri, iktisâdî, eğitim alanlarında içine düşülen tuzaklar; moda düşkünlüğü, el altından içki alışkanlığı, kompleks, özendirme, ırkçılığa tahrik... gibi birbirini kovalayan gaflet perdeleri, ebedî zannedilen Devlet-i Aliyye’yi çökertmiş, böylece dıştaki düşmanlar, içteki dönmeler ve onların yardakçıları muradına ermişti.

Bu gün Sovyetlerin, Varşova Paktının nasıl çatırdadığını, kimlerin lehine çöktüğünü, İslâm âleminin başına şu ana kadar neler geldiğini... iyi değerlendirmek zorundayız. Bundan sonrasının da hesabını çok iyi yapmalıyız.

 

Artık gün ışığı gibi açık ve net bir gerçekle karşı karşıyayız: Hedef İslâm, aranan yumuşak karın...

İslâmî duyguları sarsmak, yaralamak için elbette her kapıdan, her kanaldan içeri sızma çalışmaları var.  Ancak kadınların bu konuda öncelikli hedef seçildiği, emellerine ulaşmak için geçit edinilmeye çalışıldığı açıkça görülmektedir.

Ama bir başka gerçek daha var. O da, bu saldırılara en büyük direnç, göğsümüzü kabartan mücadele ve fedakarlık örnekleri, onların hedef seçtiği kadınlarımızdan, kızlarımızdan geliyor.

Bu saldırı ve tavırların sadece yurt içinden geldiğini, planların yalnız içte yapıldığını zannetmek büyük bir saflık olur.

Körfez harbi sırasında Suudi Arabistan’a gelen kadın askerler; “Biz sadece Irak’a karşı savaşmak için gelmedik. Buradaki kadınları da kurtarmaya geldik,” cinsinden cümleler sarfederken, birden susturuluyorlardı.

Sonra üst üste toplantılar, uluslararası kongreler başladı. “2000 Yılında Kadın ve Aile Konferansları” birbirini kovalamaya başladı. Ne hikmetse bu konferansların hedefi İslâm âlemi ve müslüman kadınlar olarak kendisini gösteriyordu.

Bu sesler, bundan sonra da kolay kolay susmayacağa benziyor. Süslü, yaldızlı, boyalı, örtülü kelimeler birbirini takib edecek, kuzu postundaki kurtlar ve sırtlanlar dişlerini kibarca göstermeye devam edeceklerdir.

Bosna’da, Kosova’da, Çeçenistan’da, Irak’ta kıvranan insanları, çocukları, kocasız kalan yüz binlerce kadını görmeyenler, İslâmî şuurda olan kadınların dans ve balolara çıkmayışını, diskotekleri dolduruşunu görecektir. Kendine dert edinecektir.

Kadınların elbiselerinden sıyrılıp çıkmasını da aydınlık diye nitelendirecektir. Allah’ın emri gereği örtülen başörtüsü, bütün güzelliğine rağmen, insan yüzüne verdiği o olgunluk ve nûruna rağmen, aklı ve zekâyı da örten bir örtü gibi sunulacak, tarihimizin kaydettiği en çirkin saldırılara uğrayacaktır. Tarih bir şey daha kaydedecektir: Onu örten bacılarımızın, kızlarımızın okul birinciliklerini, başarılarını, sebatlarını, asil mücadelelerini, fedâkârlıklarını, tüketilemeyen azimlerini…

Bizim adımıza bilinmesi gereken gerçek şudur: Hedef seçilen ve gündemde tutulmaya çalışılan kadınlar, bizim hürmet duyduğumuz kucağında büyüdüğümüz annemizdir; kıymetli kız kardeşimiz; tatlı, sevimli kızımız, halamız, teyzemizdir; ninemizdir. Akrabamız, komşumuz, din kardeşimizdir. Hayat arkadaşımızdır. Milletimizin yarısıdır; belki yarısından da çoğudur.

Bir mü’min, hiçbir zaman kadınlar hakkında kötü düşünemez ve meşru bir hakkını da gasb edemez. Emeklerini, kıymetini, ona olan ihtiyacını, hayatın onsuz devam edemeyeceğini, karşılıklı sevgi ve saygının lüzumunu... inkar edemez. Onların dâvâsı bizim de dâvâmız, saadetleri bizim de saadetimizdir.

Aynı şeyler kadın açısından bakıldığında erkek için de geçerlidir.

Ancak hayatta herkes yaratılışı ve kendi yapısına uygun yer almalıdır. Bir kadını eşitlik adına, iskelede hamal, inşaatta demirci, kalıpçı, mezbahada kasap olarak çalıştırmanın çirkin bir davranış ve zulüm olduğu açıktır.

Onları, aç kurtların, hayâ perdesi olmayanların arasına salı vermekte o derece zulüm ve çirkinliktir.

Rabb’ımız;

“Ey iman edenler kendinizi ve âilenizi Cehennem ateşinden koruyun…” buyuruyor.  (Tahrim Suresi, 66/ 6)

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimize kulak veriyoruz:

“Hepiniz çobansınız ve sorumluluğunuz altında bulunanlardan sorumlusunuz...”[8] Sorumluluğumuzu yerine getirmeli, ihmalkâr olmamalıyız.

Son söz Zikr-i Hakîm’den:

“Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar,

Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar,

Tâata devam eden erkeklerle tâata devam eden kadınlar,

Sözünde, özünde doğru erkeklerle, doğru kadınlar,

Sabreden erkeklerle, sabreden kadınlar,

Huşû ve tevâzû sahibi erkeklerle, huşû ve tevâzû sahibi kadınlar,

Sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar,

Allah için oruç tutan erkeklerle, Allah için oruç tutan kadınlar,

Irzını koruyan iffetli erkeklerle, iffetli kadınlar,

Allah’ı çok zikreden erkeklerle kadınlar var ya;

Allah onlar için mağfiret, büyük bir mükafat hazırlamıştır. (Ahzâb Suresi; 33/35)

Rabb’ımızdan bizleri onlardan eylemesini niyaz ediyoruz...