Kibir; bir insanın servet, makam, ilim, ibadet, soy, güzellik ve kuvvet gibi her hangi bir meziyetinden dolayı, kendini başkasından üstün görme hastalığıdır.

Kibir; hak ve hakikati kabul etmemektir.

Kibrin çok dereceleri vardır. Bazısı vardır ki, insanı küfre kadar götürebilir. Şeytan, gurur ve kibrinden dolayı  Allah’ın huzurundan kovuldu ve ebedi cehenneme düçar oldu. Şeytana aldanan ve  Cenab-ı Hakk’ın rububiyet sıfatını taklide cesaret eden Firavun  suda boğulurken, Nemrut da bir sineğe mağlup olmuş ve elim akıbete uğramışlardır. Nitekim Cenab-ı Hak bir hadis-i kudside: “Kibriya ve azamet hususunda kendisiyle çekişecek kimseyi cehenneme atacağını”[1] haber vermiştir.

Kibrin ne kadar tehlikeli ve çirkinolduğu bir ayette şöyle ifade buyrulur:

“Kibirli davranarak insanlardan yüzünü dönme, çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.”[2] 

Bir başka  ayette de; Cehennem, kibirliler için ne çirkin, ne kötü bir yerdir.”[3] buyrulmuştur.  

Yine  başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Hem, kibirli kibirli yürüme! Zira ne yeri yarabilirsin ne de boyca dağlara erişebilirsin...”[4]

Büyüklük ve azamet  kainatı ve içindeki bütün  mahlukatı yoktan var eden Cenab-ı Hakk’a aittir ve O’na layıktır. Bir kulun kibirlenmesi, bir kölenin hükümdarın tacını başına geçirerek onun tahtında oturup hükmetmesine benzer. Binaenaleyh  bir arif-i billah’ın dediği gibi;

 "Kibriya ve azamet Hakk’a yarar,
 Kul olanda bu sıfatlar ne arar?"

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “ Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete giremeyecektir.” Binaenaleyh az bir kibrin ahirette böyle büyük bir cezası olursa acaba Firavun ve Nemrut gibi bu hususta haddi aşanların durumu nice olacaktır. Bu hadis-i şerifte ifade edilen  kibir, Allah’a ve Peygamberlere karşı yapılan kibirdir.

Kibrin sebebi, cehalet ve muhakeme noksanlığıdır. Halık-ı Azim’in kudret ve azametini düşünen ve bilen bir insan, hiç  kibir ve gurur tehlikesine düşer mi?

Akl-ı selim sahibi bir insan hayal ve vehimden ibaret olan kibrin ne kadar  manasız olduğunu anlar. Eğer kişiyi gurur ve kibre sevkeden, onun ceddinin ve neslinin şeref ve fazileti ise bu kendisine bir şeref kazandırmaz.  Soyu ile övünmek ahmaklıktır. Kabil, Hazret-i Âdem’in oğlu idi, ancak babasının Peygamber olması, onu küfürden kurtarmadı.  Nuh (a.s)’un oğlu da babasının peygamberliğini kabul etmeyerek ebedi felakete sürüklendi. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Atalarınız ile övünmeyi terk edin”

Eğer insan kendinde var olan kudret, servet ve marifetten dolayı gurur ve kibre giriyorsa, bu da pek manasızdır ve büyük bir  cehalettir. Zira, bir insan fil kadar kuvvetli ve kaplan gibi cesaret ve şacaatli olamaz.  Sonsuz kudret sahibi olan ve kendisindeki bu nimetleri ona ihsan eden Cenab-ı Hakk’a karşı böyle bir harekette bulunmak en büyük felakettir. İnsan ne kadar kuvvet ve iktidar sahibi olursa olsun, bunların bir gün mutlaka elinden çıkacağını düşünse kesinlikle gurur ve kibre düşmez.  Akıllı insan kendisinde bulunan maddi ve manevi nimetlerin Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremi olduğunu bilmeli, bir anda yazı kışa, kışı yaza çeviren Allah’ın bu  nimetleri elinden her an alabileceğini unutmamalıdır ki, gurur ve kibre düşmesin. İnsan bütün bu nimetleri Allah’ın ikramı olarak görür ve şükür ile mukabele ederse bu hastalığa düşmez.

Acz, fakr ve noksanlıktan yoğrulmuş olduğundan  gafil olup, kulluk vazifesini yerine getirmeyenler, gurur ve kibirle küfran-ı nimet ederler; âdeta dünyaya sığmazlar.  Bir mikroba bile mağlup olan bir insanın büyüklük taslaması, kibir ve gurura düşmesi nefsin oyuncağı olmasından başka bir şey değildir.

Nereden geldiğini ve nasıl yaratıldığını bilen, mahiyetinde nihayetsiz acz, fakr ve naksın bulunduğunu, cisminin taştan ve demirden olmayıp, her an yıkılmaya mahkum  et ve kemikten yaratıldığını idrak eden bir insan nasıl gurur ve kibre düşebilir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Dehrin (zamanın) akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde insanın adı dahi anılmazdı. Biz insanı katışık bir meniden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple kendisini işiten ve gören bir varlık olarak yarattık.”[5]

Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şerifinde şu beş şeye hayret ettiğini ifade buyurur:

“Hayret bütün hayret onadır ki, Allah’ın yaratmalarını  görüp dururken, Allah’a ortak koşar. İlk yaratılışı görür de ikinci yaratılışı inkar eder. Her gün her gece ölüp dirilip dururken ;öldükten sonra dirilmeyi inkar eder. Cennete ve cennetı verene iman eder de yine dar’ü-l ğurur  ( aldanma dünyası)  için çalışır. Evvelinin bulanık bir nutfe, ahirinin mülevves bir ciyfe olduğunu bilir de yine tekebbür ve tefahur eder.”

Evet, insanın vücudundan hiçbir eser yok iken,  nasıl oldu da bir katre sudan halden hale, tavırdan tavıra değişip tekamül ederek insan şeklini aldı? O bir damla su içinde ne et, ne kemik, ne göz, ne kulak, ne can, ne de akıl… hasılı zahirî ve batınî hiçbir aza ve duygu yok iken, nasıl gören ve işiten bir varlık haline geldi.

Hazret-i Nuh, (a.s) çocuklarına; “Şirk ile kibirden çok sakının” diye vasiyette bulunmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, şirkten sonra en büyük tehlike ve günah kibirdir.

Hazret-i Ebu Bekir (r.a) şöyle buyuruyor :

“Kibirden sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi, bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsızdır.”

Evveli bir damla su olan ve sonunda da kabirde böceklere yem olacak bir kişinin kibir ve gurura düşmesi ne acip ve gülünç bir haldır. Doğru sözü ve haklı tenkitleri kabul etmeyip münakaşa etmek, kusurunu bildirenlere teşekkür etmemek, insanlarla alay ve istihza etmek gibi haller kibir alametidir.  Servetiyle, makam ve mevkisiyle veya ilmiyle kibirlenenlere Allah merhamet nazarıyla bakmaz.

Eğer kişi, gençliğinden ve hüsn-ü cemalinden dolayı gurur ve kibre düşüyorsa bilmelidir ki, bu geçlik ve güzellik kısa bir zaman sonra elinden çıkar, yüzü kırışır, saçı ağarır ve beli bükülür. Gençliğinden ve güzelliğinden bir eser kalmaz.

Eğer onu gurur ve kibre götüren  akıl ve zekasının çokluğu ise, bu durum da onun akılsızlığına delildir. Ama ne yazık ki, insan kendisinde bulunan bütün nimetlerin fani olduğunu bildiği halde, yine de o zavallı kibir ve azameti elinden bırakmaz. Zengin ise fakirleri, rütbe sahibi ise idare ettiği kimseleri, ilim sahibi ise kendinden aşağı mertebede olanları hakir ve küçük görür, fahr eder, gurur ve kibre düşer.

Eğer kişi ilim ve faziletinden dolayı kibre giriyorsa, bilmelidir ki, o ilim de Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. Kibir ile ilim bir arada bulunmaz, bunların bir kişide cem  olmasına taaccüp edilir. İmam-ı Gazali Hazretleri ilminden dolayı gururlanan kişiler için şöyle der; “ Böyle bir kimse ilme vakıf olmadığından ve cehlini ilan etmiş olacağından ona teessüf olunur. İlim silah gibidir. İlim, kibirlinin kibrini izale eder, tevazu ise, ehlinin itibarını ve derecesini artırır. İlmi ile kibirlenmek, büyük bir felakettir.” Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: Âlimin afeti, kendini büyük görmesidir” 

Bir alimin kendi ilmini kafi görerek, başkasının ilmine ve fikrine tenezzül etmemesi büyük bir noksanlıktır. Böyle bir  insan, her yaptığının doğru, eksikliklerinin ise fazilet olduğunu zanneder. Alim ve mürşitlerin irşadına kulak vermez, onlara itibar etmez ve kendi fikrinin doğruluğunda ısrar eder.        

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar.”[6]

Kibir ile gurur birbirine benzerse de aralarında şöyle bir fark vardır. Kibir insanın kendini üstün görmesi, gurur ise yaptığı hayır hasenat ve ibadetlerine güvenmesidir. Böyle bir insan, yaptığı iyiliklerin, hayır ve hasenatın  kendisini kurtaracağını düşünerek akibetinden  emin olur ki, bu çok tehlikeli bir haldir ve insanı dalalete götürür. Zira hiç kimse akıbetinden ve Allah’ın azabından emin olamaz. Allah’ın azabından emin olmak ise Allah’ın gazabını kendine celbetmeye vesiledir. O halde insan havf ve reca’ ortasında olmalı, hem  Allah’ın azabından korkmalı hem de rahmetini ümit etmelidir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

“… a'male güvenmek ucbdur. İnsanı dalalete atar. Çünki insanın yaptığı  kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.” [7]