Uhud Savaşı'nda İslâm ordusunun sol tarafında kalan Ayneyn tepesinin eteklerinde bir vadi vardı. Bu vadi, düşman hücumuna açık olduğundan Allah Resûlü Abdullah bin Cübeyr'i, 50 kişilik bir okçu birliğiyle, Ayneyn tepesine konuşlandırarak o vadinin ağzını tutmakla görevlendirdi.

Onlara kesin şu talimatı verdi:

– Ordu ister galip olsun, isterse mağlup; siz benden emir gelmeden buradan ayrılmayın.

Savaş başlar başlamaz düşman, Müslümanlar karşısında bozguna uğramış ve kaçışma başlamıştı. Müşrik kadınlar kaçanları geri çevirmek için neşideler okuyorlardı. Düşman iki ayrı koldan savaş alanını terke başlamıştı. Müslümanların bir kısmı, ganimetleri toplamaya başlamıştı bile.

Savaşta amacı ve hedefi unutup araca takılmak yani Allah için düşmanla savaşı bir anda unutup ganimet toplamaya başlamak, savaşın kaderini değiştiren büyük bir yanlışlık oldu. Efendimizin Ayneyn tepesine yerleştirdiği ve “benden emir gelmeden burayı terk etmeyin” dediği okçular da, ne yazık ki aynı hataya düştüler. Onlar da, düşman bozguna uğradı, artık bir daha toplanamaz, diyerek ganimet toplamak isteğine düştüler. Allah Resûlü'nün kesin tembihini unuttular. Komutan Abdullah bin Cübeyr'in ikazlarına, birkaç kişi hariç hepsi kulak tıkadılar. Savaşın bu en stratejik mevkiini terk edip ganimet için alana indiler.

Bu durumu uzaktan sessizce izleyen biri vardı. Arap'ın dört dâhisinden, harp dâhisi olarak bilinen Halid bin Velid'di bu. Hemen emrindeki kuvvetlerle okçuların boşalttığı, ancak 2-3 kişinin savunageldiği Ayneyn tepesine bütün güçleriyle saldırdılar. Tepedeki okçuları şehit ettiler. Sonra Müslüman saflarının arkasına dolanarak saldırdılar.

Düşmanı bir anda arkalarında gören ve gafil avlanan Müslümanlarda şaşkınlık başladı. Bir anda savaşın seyri değişti.

Kaçan müşriklerin de geri dönmesiyle Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar. Büyük bir dağılma yaşandı. Öyle ki, Efendimizin çevresinde bile 10-15 kişilik bir gruptan başka kimse kalmadı. Ama bu grup, Efendimizin etrafında etten bir duvar örmüşlerdi. Canları pahasına onu koruyorlardı. Düşman, bütün gücüyle Efendimizin üzerine saldırıyordu. Allah Resûlü'nün, bu savunma sırasında çenesine bir taş isabet etmiş ve dişlerini kırmıştı. Diğer bir taş da alt dudağını ve alnını yaralamıştı. Abdullah bin Kamie adlı bir müşrikin kılıç darbesiyle de miğferi parçalanıp iki halkası yüzüne batmıştı. Efendimizin yüzü, aldığı yaralarla kanlar içinde idi. Efendimiz, kendisinin kanının yeryüzüne damlayıp da bundan dolayı kavmini Allah'ın helak etmesini istemediği için, eliyle akan kanlarını silerken, bir yandan da, “Ya Rabbi, kavmim cahildir. Doğruyu bilmez. Sen onları affet. Doğru yolu göster” diye Allah'a yakarıyordu.

O sırada bir grup müşrikin Efendimiz üzerine geldiği görüldü. Efendimiz, yanında bulunan Hz. Ali'ye onları karşılama emri verdi.  Yiğitler yiğidi Hz. Ali, hemen fırlayıp grubun üzerine atladı. Onları geri püskürttü. Hişam bin Ümeyye adlı kafiri yere serdi.

Efendimizin etrafında etten duvar örenlerden biri de Talha bin Ubeydullah idi. Müşriklerin Efendimizi hedef alarak attıkları bir oka, Talha elini siper edince, eli parçalanmıştı. Bu yüzden o eli çolak kalmıştı. Onun bu fedakârlığını gören Efendimiz, kendisi hakkında: “Yeryüzünde cennetlik bir insan görmek isteyen, Talha bin Ubeydullah'a baksın,” buyurdu.

Talha aldığı kılıç darbeleriyle ayakta duramaz hale gelip yere düşünce, Efendimiz, Ebubekir'i ona sahip çıkmaya yolladı. “Allah Resûlü sağ oldukça bana gelen darbeler bir hiçtir” dediği meşhurdur. Talha'nın Uhud dönüşü vücudunda, 75 kılıç ve ok yarası sayıldı.